Çocukluk ve ergenlik dönemlerinde görülen psikolojik bozuklukların sınıflandırılması, hem bireyin gelişim sürecine hem de yaşına göre normalden sapmaların fark edilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Ailenin durumu kabul ederek uygun bir yaklaşım benimsemesi, tedavi sürecinin başarısı ve çocuğun gelişimi için önemli bir destek unsurudur.
Çocuk ve gençlerde DEHB, bireylerin etkin ve düzenli davranış sergilemesini zorlaştıran bir durumdur. DEHB; dikkati toplama ve sürdürme güçlüğü, dürtüsellik, huzursuzluk veya aşırı hareketlilik gibi belirtilerle kendini gösterebilir. Bu bozukluğa sahip çocukların ve ergenlerin, dikkati kolaylıkla dağılabilir. Akademik ve sosyal yaşamda akranlarına göre daha fazla zorluk yaşayabilirler.
Erken çocukluk döneminde birey ile ebeveynleri arasında gelişen etkileşimler, “Bağlanma Stilleri”nin oluşumunda belirleyici rol oynar. Bağlanma stilleri, bireyin ileriki yaşamındaki sosyal ve romantik ilişkilerini şekillendirir. Erken dönemde güvenli bağlanma yaşayamayan çocuklar, ilerleyen süreçte Karşıt Olma – Karşı Gelme Bozukluğu geliştirebilir ve bu durum zamanla Davranım Bozukluğu’na dönüşebilir.
Araştırmalar nöropsikolojik işlevlerin yetersizliğinin bu bozuklukların oluşumunda etkili olabileceğini göstermektedir. Örneğin, düşük sözel zeka gibi faktörler, bireyin kendini ifade etmekte zorlanmasına ve dolayısıyla saldırgan davranışlar sergilemesine neden olabilir. Erken dönem risk faktörlerinin farkında olmak, bu tür bozuklukların önlenmesi ve yönetilmesi açısından büyük önem taşır.
Kaygı bozukluğu yaşayan çocuklar, akranlarına kıyasla daha duyarlı bir yapıya sahiptir ve olumsuz uyaranlardan daha fazla etkilenebilirler. Onların sakinleşmesini zorlaştırabilir ve günlük yaşamlarında çeşitli zorluklara yol açabilir. Erken çocukluk döneminde hastaneye yatış, ağır hastalık, kaza gibi travmatik deneyimler, kaygı bozukluklarının gelişimine zemin hazırlayabilir.
Ebeveynlerin tutumu da kaygı bozukluklarında önemli bir etkendir. Anne ve babanın kayıtsız ya da kopuk bir tutum sergilemesi veya tam tersine aşırı koruyucu ve kaygılı bir yaklaşım benimsemesi, çocuklarda kaygının gelişmesine neden olabilir. Çocuğun sosyal çevresinden uzaklaşmasına neden olan taşınmalar ya da stresli durumlarla başa çıkamama gibi faktörler de kaygı bozukluklarını tetikleyen unsurlar arasında yer alır.
Duygu, düşünce ve davranışları düzenleyebilme becerisi çocukluk ve ergenlik dönemlerinde gelişir. Ancak bazı çocuklar bu dengeyi sağlamakta zorlanabilir. Özellikle yoğun öfke nöbetleri, aşırı çekingenlik, sosyal kuralları ihmal etme ve arkadaş ilişkilerinde sürekli sorun yaşama gibi belirtiler, altta yatan bir psikolojik hastalık belirtisi olabilir. Bu durumlar genellikle erken yaşta fark edilirse çok daha kolay müdahale edilebilir.
Duygusal farkındalığı zayıf olan çocuklar, yaşadıkları duyguları tanımlamakta ve ifade etmekte güçlük çekebilirler. Bu da olumsuz düşüncelerin ve dolayısıyla uygun olmayan davranışların ortaya çıkmasına neden olur. Bu üçlü yapı arasındaki bağ, çocuk psikoterapisinde temel çalışmalardan biridir. Oyun terapisi, bilişsel davranışçı terapi ve duygusal düzenleme çalışmalarıyla çocukların duygu-düşünce-davranış bağlantısını sağlıklı şekilde kurması desteklenebilir.
Panik atak genellikle yetişkinlerle ilişkilendirilse de çocuklarda ve ergenlerde de görülebilir. Panik atak, aniden başlayan çarpıntı, nefes darlığı, baş dönmesi, ellerde titreme gibi belirtilerle ortaya çıkar ve çocuk bu hisleri anlamlandıramadığında yoğun korku yaşayabilir. Panik bozukluk ise bu atakların tekrarlaması ve atakların yeniden yaşanacağına dair sürekli bir kaygı hâlidir.
Çocuklarda panik bozukluk okul başarısını düşürebilir, sosyal ortamlardan kaçınmalarına neden olabilir. Bu durum, sosyal fobi ya da sosyal anksiyete bozukluğu ile birlikte de seyredebilir. Erken müdahale, çocukların yaşadığı korkularla başa çıkabilmesini sağlar. Panik bozukluk tedavisinde aile desteği, güvenli bir ortam oluşturulması ve gerekiyorsa psikiyatrik ilaç desteği ile birlikte psikoterapi büyük önem taşır.
Sosyal anksiyete bozukluğu, çocukların başkaları tarafından değerlendirilme ya da küçük düşürülme korkusuyla sosyal ortamlardan kaçınması durumudur. Sosyal fobi olarak da bilinen bu durum, okul çağındaki çocuklarda sunum yapmaktan kaçınma, öğretmenle konuşmaktan çekinme ve sınıf içinde sessiz kalma gibi davranışlarla kendini gösterir.
Çocuk bu tür kaygılardan dolayı ya yalnız kalmayı tercih eder ya da fiziksel semptomlar yaşar: mide bulantısı, terleme, kızarma gibi. Uzun vadede tedavi edilmezse okul fobisi, özgüven eksikliği ve akademik başarısızlık gibi sorunlara yol açabilir. Bilişsel davranışçı terapi ile bu düşünce kalıpları değiştirilebilir ve çocukların sosyal ortamlara daha sağlıklı katılımı sağlanabilir.
Travma sonrası stres bozukluğu yaşayan çocuklarda, yeme davranışlarında da ciddi değişiklikler gözlemlenebilir. Bazı çocuklar iştahlarını kaybederken, bazıları ise kontrolsüzce yemek yemeye başlayabilir. Travma sonrası gelişen yeme bozuklukları, çocuğun güvenlik hissini yeniden kazanma çabasının bir yansıması olabilir.
Anoreksiya nervoza, bulimiya ve tıkınırcasına yeme bozukluğu gibi rahatsızlıklar, çocukluk döneminde nadir görülse de ergenlikte daha sık ortaya çıkar. Bu rahatsızlıkların birçoğunda altta yatan temel problem travmatik deneyimler ve duygusal düzenleme güçlüğüdür. Travma temelli yeme bozukluklarında EMDR, sanat terapisi ve duygusal farkındalık çalışmaları oldukça etkilidir. Ayrıca beslenme uzmanı, psikolog ve psikiyatristin ortak çalışması gereklidir.
Psikolojik hastalık belirtileri, bireyin duygu düşünce ve davranışları üzerinde dengesizlikler şeklinde kendini gösterir. Bu belirtiler günlük yaşam işlevselliğini etkileyebilir.
Sıklıkla görülen belirtiler şunlardır:
Sürekli kaygı ya da korku hali
Uykusuzluk ya da aşırı uyku
Günlük işlerden zevk alamama
Sosyal ortamlardan uzaklaşma
Konsantrasyon güçlüğü
Kendine zarar verme düşünceleri
Bu belirtiler uzun süredir devam ediyorsa veya kişinin yaşam kalitesini düşürüyorsa, mutlaka bir uzmandan destek alınmalıdır.
Panik atak ve panik bozukluk birbirine yakın ama farklı durumlardır.
Panik atak, aniden başlayan ve kısa sürede zirveye ulaşan yoğun korku veya rahatsızlık hissidir. Kalp çarpıntısı, göğüs ağrısı, nefes darlığı gibi bedensel belirtiler eşlik eder.
Panik bozukluk ise, tekrar eden panik ataklarla birlikte bu atakların yeniden yaşanacağına dair yoğun kaygı halidir. Bu durum, kişinin sosyal ve mesleki yaşamını olumsuz etkileyebilir.
Erken dönemde psikiyatri desteğiyle kontrol altına alınabilir.
Sosyal fobi ile sosyal anksiyete bozukluğu, aynı temel soruna işaret eder: topluluk içinde değerlendirilme korkusu.
Kişi başkalarının yanında konuşurken, yemek yerken veya sunum yaparken yoğun kaygı yaşar. Bu durum bedensel belirtilerle birlikte olabilir: terleme, kızarma, ellerin titremesi gibi.
Sosyal anksiyete bozukluğu, sosyal fobinin tıbbi karşılığıdır. Tedavi edilmediğinde okul, iş ve sosyal ilişkileri olumsuz etkiler.
Bilişsel davranışçı terapi ve gerektiğinde ilaç tedavisiyle olumlu sonuçlar alınabilir.
Travma sonrası stres bozukluğu, ağır bir olayın (kaza, saldırı, doğal afet, istismar vb.) ardından gelişen ruhsal bir bozukluktur.
Kişi travmayı tekrar yaşıyormuş gibi hissedebilir. Uyku bozukluğu, kabuslar, ani irkilmeler, öfke patlamaları ve aşırı tetikte olma hali görülebilir.
Olayı hatırlatan yerlerden ya da kişilerden uzak durma eğilimi de sık görülür.
Travma sonrası stres bozukluğu, zamanla kendiliğinden geçmeyebilir. Psikoterapi, özellikle EMDR gibi travma odaklı teknikler bu süreçte etkili olabilir.
Yeme bozuklukları, kişinin yemek yeme alışkanlıklarında ve beden algısında ciddi bozulmalarla karakterize ruhsal bozukluklardır.
En sık görülen türleri:
Anoreksiya nervoza: Aşırı kilo kaygısı, yeme reddi
Bulimiya nervoza: Aşırı yeme atakları sonrası kusma veya aşırı egzersiz
Tıkınırcasına yeme bozukluğu: Kontrolsüz yemek yeme ve sonrasında suçluluk hissi
Bu bozukluklar fiziksel sağlık üzerinde de ciddi etkilere sahiptir. Özellikle genç yaş grubunda erken müdahale ile tedavi şansı oldukça yüksektir.
Duygu düşünce ve davranışları insan psikolojisinin temel yapı taşlarıdır. Her biri birbiriyle bağlantılıdır ve dengede olduklarında birey daha sağlıklı kararlar alabilir, duygularını yönetebilir.
Olumsuz bir düşünce, negatif bir duyguya ve sonunda olumsuz bir davranışa neden olabilir. Bu döngü kırıldığında ise psikolojik rahatlama sağlanabilir.
Psikoterapilerde bu üç alanda çalışılarak bireyin kendini tanıması, sorunlarını çözmesi ve yeni beceriler geliştirmesi sağlanır.
Bu nedenle psikolojik destek süreçleri sadece semptomları azaltmayı değil, duygusal dayanıklılığı artırmayı da hedefler.